Bağış Erten
Kocaman
insan ayaklarına aldırmadan
bembeyaz, upuzun taşın üstünde
Taşıyor karınca
kelebeğin ölüsünü
(Nazım Hikmet, Memleketimde İnsan Manzaraları)
Zor bir yazı bu. Portre yazılarına giriştim girişeli, atlayacağım en büyük hendek. Zor, çünkü objektiflik rafa kalkacak. Zor, çünkü yazar küçüklük idolüyle yüzleşecek. Zor, çünkü söz konusu Kocaman bir adamsa, bu satırların yazarı yüreğinin/dilinin hiçbir zaman gücüne güvenemeyecek. Bu yüzden Nâzım Hikmet’e dayadım sırtımı; çünkü Aykut’un hikayesi aslında onun memleketinden trajik bir insan manzarası. Şiir okudum, yazı yazdım. Yazmasam çatlayacaktım...
Üçüncü sayfa temposunun rutinleştiği bir ülkede yaşıyoruz. Her gün başka bela, her saat gözyaşı hasadı, her yerde tragedya tarlası. Üstelik daha kötüsünü yaşatmakta yarışa girmiş mahir eller yönetir bizi. Çok da sesimiz çıkmaz hani. Çekeriz bize biçilen bedeli, hatta belli ki severiz o vahşi tadı, o sıkıcı oyunu. Yeter ki bozulmasın deriz hassas denge. Gündelik olanın debisi durmayı yasaklamış ya bize; korkarız, durursak düşeriz diye. Bunun adı dondurucu boranlarda uyuyakalma korkusu.
Aykut Kocaman’ın futbol öyküsü kar çiçeğinin mutluluk tablosu. Zaten baştan sona pekiyi’lerle dolu karnesi. 4 Mayıs 1965 doğumlu genç adamın ilk olarak İstanbul’da Altınmızrak takımıyla kesişir yolu. Düzce ister, Rize ister, varmaz öyle hemen gönlü. Sonra dayısı girer devreye, eş dost tonunda kaderi bağlanır Sakarya’daki ilk meydan muharebesine. Ama o futbolun savaşkan diline değil, bileklerindeki hüner aracılığıyla güzelliğine odaklanır. 19 yaşın toyluğunda iğreti duran mahareti, zamanla Sakaryaspor tarihinin en başarılı işlerinde pırıl pırıl parlar. İstanbul’un efendilerinin iştahı durur mu? Talip yığılır, ama talih Fenerbahçe’ye güler. Daha doğrusu Aykut’un gönlündeki çizikler, dikine sarı-lacivertli formaya meyleder. Ve prömiyer için sahne aldığında, yedek kaldığı bir Rize maçının ikinci devresinde oyuna girer, 4 gol dizer arka arkaya. Tarih-i Aykut’un ilk ayracı buraya konmalıdır; çünkü o gün bu maçı seyredenleri, dinleyenleri bir destanın başlangıcına şahit yazmışlardır.
Sonrası düpedüz bir göktaşı yağmuru. Aykut’u savunamadığı için kırmızı kart gören ama bu mahirliğin elini sıkmasını da bilen Stumpf’un saygısı geliyor aklıma. Ortalama 27 gol eşliğinde yaşanan üç gol krallığı, mazinin ödüllü satırları. İçinde 103 gollük ziyafetin 29’unun bulunduğu, her birinde ince bir kıvraklık imzası taşıyan 200 gollük bu özgeçmiş kabardıkça kabarıyor yani; bizim koltuklarımız gibi. Memleket futbolunun konu edildiği her kahvede duvarda asılı durması gereken 1995’teki Trabzon maçından sonraki fair-play serenadıyla zirvesini bulan bu süreç, kış güneşi gibi bir sıcaklığın dolu dolu hikâyesi aslında. İşbu bilançodur, bugün Aykut’a duyulan sevginin en önemli harcı.
Futbolculuk biter sonunda. Ama bitmez Aykut’un öğrenmeye, oyuna olan tutkusu. Türkiye’nin ilk antrenör-futbolcusu, parlak zekasına yeni bir mecra, üretkenliğine yeni bir iştah bulacaktır sonunda. Saha kenarında her geçen gün açılır ufku. Oyunun dayanışmacı ruhu feci cezbeder onu. Ve zorlar memleketin güdük algılama eşiğini. Büyük hedefler, rüyalar vaadetmez asla. Odaklanır oyunun zevkine, birarada bir şeyler üretebilmenin huzuruna. Paylaşır bu derdini oyuncularıyla; otoriter olmayan bir disiplinle ve akılcılıkla. Bahçesinde çiçeklerle (“ebruli hanımelleri”) dolu bir okuldur hayalindeki. Saygı kazanmadaki mahareti malumunuzdur ve saygı bağlılıkla düğümlenir sonunda. Kavrulurlar kendi yağlarında mütevazi mütevazi... O tevazu ki, tir tir titretir futbolun en haşmetli efendilerini dahi. Ama kim yazdıysa bu senaryoyu, puslanır yavaş yavaş hava. Ağzında ihtirasın salyalarıyla, sinekten reklam, karıncadan menfaat derleyenler, hortumladıkları onca şeyle yetinmeyip vururlar kazmayı Aykut Hoca’nın o kıvrak beline. Direnir yine de masal kahramanları. “Yaralılardır, yorgunlardır, fakirlerdir. Dövüşürler en azılı düvellerle. Köle olmamak için.” Ve ibret olmak için her hafta bağırırlar çığlık çığlığa: “Biz ki İstanbul şehriyiz/ Yüce Türk halkı/Malumunuz olsun çektiğimiz acılar.” Kimse duymaz çığlığı. “Üçüncü mevki bekleme salonunun” oyuncuları gibi kalakalırlar sonunda. Anlarlar, “öyle günlerde yaşıyoruz ki, bir iş yapabildim diyebilmek için, hep alnının ortasında duymak şarttır ölümü.”
İşte bu gönendirici masaldan geriye gri bir enkaz kaldı. Ateşi ve ihaneti gördük hep birlikte. Dayandılar onlar. “Ruhları fırtınalı, etleri mütehammil (dayanıklı). Sevgisiz ve ihtirassız çıplak devler değildi onlar.” İnanılmaz inançları, insani zaafları, korkunç kuvvetleri, reklamsız formalarıyla dayandılar. O insanlar ki “yüreklerinde keder, yüreklerinde umut, devrilmiş, kedersiz, ümitsiz...” Avuçlarında bir avuç çim ve kaptanlarının gözyaşları. Yani anlayacağınız bir Tahir’le Zühre hikayesi. Onlar sevdiler elmayı, elmanın sevgisizliğine nispet edercesine. Ama oyunun ve paranın hakimleri huzursuz oldu ve infaz gerçekleşti. Yine de hiçbir şey kaybetmedi Aykut ve arkadaşları... Çünkü Tahir’le Zühre’nin dediği gibi mesele yürekte, yürekte, yürekteydi... | Aykut Kocaman (Fotoğraf: Ufuk Tuncaelli) |
Şimdilerde boynuna ilmik atmaya çalışanlar, gözlerinde korkuyu görmek için bakmasınlar Aykut’a. O da bilir “ne korkunçtur düşmek kavganın haricine.” Ve öyle kahrolup duyar ki “insansızlığı, yılar onun da elleri. Yüklenir bir kez daha küreklere; ama kırılır işte kürekler.” Çünkü kötü sonla biter büyüklerin masalları.
Evet, İstanbulspor umudu battı sonunda; okyanusta taka misali. Oysa dümendeki adam ve tayfası, bilseler yakınlarda bir liman vardı, direneceklerdi azgın dalgalara. Olmadı işte. Önce kaptan gördü dalgaların büyüklüğünü, her şeye rağmen takada kalıp direnmek isteyen oyuncularına “size daha fazla umut vadedemem, benim için bu zulmü çekmeyin” dedi ve Nazilerden kaçarken sınırda durdurulan trenin kurtuluşu için intihar eden Walter Benjamin gibi, kurtarmak için tayfasını batırdı gemisini. Filikalar gözyaşlarıyla doldu ve kaptanın yüreği sızım sızlayarak nadasa yattı belli ki. Ama biz, yani futbolu başka türlü sevmeye çalışanlar, öksüz kaldık böylece. Alaveslere imrenirken, Chievolara yürek ayracı koyarken yitirdik işte İstanbulspor’u. Güzel bir rüyadan kabusla uyanmanın mutsuzluğu üzerimizdeki. Sizi bilmem ama, Saffet’in gözyaşlarıyla birlikte benim futbol aşkımın bir bölümü süzüldü gitti yüreğimden...
Aykut’a dönelim yine. Soralım en anlamlı soruyu: Aykut Kocaman’ı bütün herkesin gönlüne hapseden şey ne? Cevap bir başka soruda gizli. Hayatınızda kaç tane dostunuz var onun gibi? Kaç kişi onun kadar güven vaat ediyor bize? Allah aşkına söyleyin, şu dünyada varlıklarından güç aldığınız, “iyi ki var” diye içinizi ısıttığınız kaç kişi var?
Yapma Aykut Hoca. Bu kadarı fazla bize. Hepimiz bu hayatın ne mal olduğu, bu şehrin/dünyanın ne melanetler taşıdığı, hayatın bizi nelere zorladığı yalanlarına inanmaya çalışıyoruz. Ve bize her gün yalan söylüyorlar içeride, dışarıda, derste, sırada. Ve neredeyse hiçbirimiz altına imza atabilecek bir yaşam sürmüyoruz. Ve sürekli hayıflanıyoruz, metin kötü, kader yanlış, alınyazımızda cümleler düşük, yaşam zor, çare yok vesaire vesaire... Sonra sen çıkıyorsun, “neden her kişi kendi hayatını bir sanat yapıtına dönüştürmesin? Neden şu ev ya da lamba bir sanat yapıtı olsun da benim hayatım olmasın” diyen Foucault’ya inat, hayatını bir sanatkâr edası ve titizliğiyle yaşıyorsun. Hayatında öğrendiği her şeyi futbola bağlayan Camus’ye inat yepyeni hayat dersleri veriyorsun. Futbola “insan sadakatinin krallığı” övgüsünü atfeden Gramsci’ye inat sadakatin tahtına oturuyorsun, “sevginiz karşılığında bir sevgi yaratmıyorsa talihsizliktir” diyen Karl Marx’a inat kocamaaaan sevgiler derliyorsun... Biz bu hayatın ne kadar çekilmez olduğuna sığınıp düştüğümüz kötü yollara gerekçeler sıralarken, bunu bize yapma Aykut Hoca! Bizim de tutunacak bir dala, yüreğimizi taşıyacak kadar onura ihtiyacımız var şu köhne hayatta. Dengemizi bozma...
Ne desem boş aslında. Bu yazı istediğim gibi olmadı; hiçbir zaman da olmayacak. Daha neler vardı anlatacak. Ama söz sınırda, yer dar; cüret az, gerçeklik yitik, zaten fazlasını yürek de kaldırmaz. Ey bu övgüde abartının dozuna ayar vermek isteyenler, sakın haksızlık etmeyin. Bırakın futbolu falan. “Hayatınızda kaç tane Aykut Kocaman var?” sorusuna cevaplayın kolaysa. İlk toyluğu ve tüm gençliği dahil, 15 senesini kameraların, flaşların önünde geçirip de hâlâ egosuna kadir-kıymet bilme yoğunluğunu seyreltmeyecek bir had çizen kaç kişi var şu memlekette? Unutmayın 3 kez gol kralı olmuş, şampiyonluklar yaşamış, Fenerbahçe’de bile tevazuun erdemine tutunmuş, yetmemiş antrenörlük mesleğine yeni bir umut taşımış birinden, istifasının içindeki haklı öfkeyi anlatırken bile “Lütfen kimseyi kırmadan yazın” diyen bir incelikten bahsediyoruz. Şu çok açık: “Hiçbir zaman böyle merhametli bir ümitle sevmedi/hiçbir insan bu oyunu.” Hem “bu hususta realite kimin umurunda?”
Velhasıl biz de burada bitirdik destanımızı. Dedik ya, layığınca olmadı bu yazı. Son çare, Nâzım sızsın yine yazıya. Onun gibi söyleyelim son sözü: O ki ne toprakta karınca, ne suda balık, ne de havadaki kuş kadar; o ki değil memlekette yeryüzünde benzeri bir elin parmağı kadar... Ve bu hüznî destanda o, onlar; cesur, cesur, cesurdular. Ve kahreden ki biz, yaratan ki onlar; bu oyunun tarihinde en çok onların maceralarına yer var...
(13 Ocak 2004; Radikal gazetesinin Futbol ekinde yayımlanmıştır.)